18 Nisan 2014 Cuma

Dikkat dağınıklığı ve Acelecilik Üzerine

Merhaba, dolu dolu geçmeyen, monoton, üzgün ve stresli bir haftadan sonra tekrar merhaba!

Yapacak bir sürü işim olduğuna göre, benim de bu yazıyı yazmak için bahanem oldu denebilir. Ya da o uzuuun işlerimi bitirmemek için bir bahane. Neyse, öhm...

Sizlere bugün yazıcağım konu, günlerimin, dakikalarımın hatta gündelik konuşmalarım dahil yaptığım her şey üzerinde etkili olan bir durum üzerine.

Bunu çizdiğim dersten umudumu kesmiştim zaten, yanımda beni seyreden arkadaşlar için de pek hayırlı bir ders olduğu söylenemez...


Dikkat dağınıklığı ve Acelecilik üzerine..

Eminim birçoğunuz eve gelip bilgisayarınızı açıp internet keyfi yapmadan hemen önce browser'ınıza girip devamlı girdiğiniz linkleri tıklıyorsunuzdur. Facebook, twitter, tumblr, ekşisözlük, hürriyet haber, reddit artık neyi takip ediyorsanız.... Aynı anda, rakam vermek gerekirse buna 5 diyelim, 5'ten fazla linkiniz mi açık? Veya okulda, dersi dinlerken sıkılınca bir eliniz telefonda ve ya mesaj mı geldi ya da bi internet sitesine gireyim de vakit öldüreyim mi diyorsunuz? He bunun gibi şeyler işte, dikkat dağınıklığı...

Ben de yine sıradan bir günde dikkatimin fazlasıyla dağıldığını fark ettim ve şu satırları kaleme aldım kütüphanede, kitap okumam ve çalışıyor olmam gerekirken...

Birçok şeyi aceleyle ve bir sürü dikkat dağıtıcı etken altında yapmaya o kadar alışmışım ki, daha konuşurken bile dikkatimi toparlayamadığımı fark ediyorum. Eğer dikkatimi resmedecek olsaydım fırtına, hortum, tsunami ve volkan patlamasının aynı anda meydana geldiği bir tablo hayal ederdim.
Birçok şeyi yaparken, en basidinden en kompleksine, hep çok hızlı olmasını istiyoruz. Çünkü o kadar çok şey var ki dikkat edecek. İnternetten bakılacak siteler, okunacak kitaplar, tutulacak notlar, bakıp seyredilecek insanlar, hatırlanacak anılar, çizilecek resimler, üzülünecek eski sevgili, düşünülecek felsefi sorunlar falan filan....
Böyle bir fırtınada kim nasıl konsantre olabilir düşüneceği konulara, yapacağı işe ve o işten ne kadar verim alabilir?
Bu fırtınadan kurtulup, bir köşeye sığınmam gerekiyor. Ama zihinde olan bir fırtınadan kaçış hiçbir fiziksel kaçış veya aktiviteyle yapılamaz.
[aslında belki yapılabilir, şöyle dağa çıkılsa ve orada telefon internet vs. hiçbir şey çekmese, o zaman illa ki soyutlanılır, düşünce berraklaşır, ama yine de düşünsel bir çekilme şart] Bunun için zihinsel bir dinginlik gerekiyor.
Bu da zihnimdeki dikkat dağınıklığı canavarı

Bu biraz da teknoloji yüzünden [veya teknolojinin katkısıyla diyelim, neden her şeyin suçlusu teknoloji olmak zorunda, teknolojiyi kullanan bizleriz, dolayısıyla bunun suçlusu, sorumlusu da biziz, teknoloji sadece bu olayları hızlandıran bir araç] oluşan bir durum. Whatsapp'tan kim yazmış, yok annem babam arayıp konuşmak ister veya mesaj gelir melir diye düşünerek telefonumun elimden hiç düşmediği bir gerçek. [ki eminim birçoğunuz için de bu böyledir] Eh böyle olunca da düşünce akışı devamlı kesiliyor. 
Mesaj! Notifiksayon! Mesaj mı geldi sendromu!?!

Ağzından şeker düşen hiperaktif 10 yaşındaki çocuk gibi olan dikkatimi, meditasyon yapan keşiş dinginliğine nasıl ulaştırıcam acaba?
Ve böyle sonlandırdım notlarımı, telefonuma bakmak, etrafımdaki insanları seyretmek ve sırtımı kaşımak adına...

Belki de dikkati tamamen toparlamak gerekmiyordur, bunu tartışmak mümkün ama ben bu dikkat dağınıklığından çok çektim ve çekmeye devam ediyorum. Eğer hayatında hiçbir şeyi başaramamış, beceriksiz biri olacaksam bu yüzdendir, bir de tembelliğimden.

İnsanın eksiklerini bilmesi güzel şey tabi, ve bunun üzerinde de çalışıyorum. Minik adımlar atmaya başladım. Mesela okul dönüşü vapura yürürken aynı anda sadece 2-3 şeyi düşünmeye çalışıyorum! Büyük başarı cidden. Bakıyorum konudan saptığımı fark ediyorum, hop tekrar o ilk düşündüğüm şeye dönüş. Uçan balon gibi çünkü düşünce, ipi tutmayı bırakınca hooop uçu veriyor, konudan konuya geçiliyor ve "...ne düşünüyodum ben yaa.." ya dönüyor olay. Ve bunun olmaması için çalışmaya başladım.

Düz yolda yürümeyi becerebiliyorsam, zigzaglar çizerek, hoplaya zıplayarak düşünme alışkanlığımı da birazcık dizginleyebilirim sanırım...

Kalın sağlıcakla,
-Engin-

11 Nisan 2014 Cuma

Hipstercılık ve Bireycilik Üzerine

Fazlasıyla uzamış bir moladan sonra tekrar merhaba!

Duygusal tripleri yıkayıp, ütüleyip dolaba kaldırdığıma göre yine aynı konular üzerinde aynı yazıları yazmaya devam edebilirim.

Bu sefer de yazımız, benim zaman zaman kendime, çoğu zaman da başkalarına, ama daha çok kendime batırdığım hipstercılık üzerine...

Hipstercılığın tanımını yapacak olursak bataklığa girmiş gibi oluruz. Neden mi? Çünkü "hipstercılık" aslında zamanla değişen trendleri fark eden ve bundan mutsuzluk duyan birkaç bireyin, kimsenin sahiplenmediği ve ordan burdan buldukları değişik kendini ifade etme şekillerini kullanarak kendi trendlerini yaratmasıyla başladı. Ve bu yanan çıra gibi tutuşan "hip", onu ilginç, havalı, çekici, enteresan, gideri var, harika yaa, efso vb. bulan kalabalığın gazıyla gürül gürül yanmaya başladı. Yani akımdan kaçan minik bir akım yaratıldı ve kendi ana akımı olacak kadar beğeni kazandı diyebiliriz. Dolayısıyla uluslararası bir ün kazanan hipsterlık akımı normalleşti ve az çok sosyal medyada takılan, sokaklarda gece hayatında bulunan herkesin görebileceği stereotipler meydana geldi.

Bu akıma bu kadar takmış olmamın sebebi bir karadelik olması. Ne yapmışsanız geçmişte, ve ne yaparsanız gelecekte, hipster olmak veya hipsterlara benzemekle suçlanabiliyorsunuz. Bunlar neler olabilir;

Koyu renkli kalın çerçeveli gözlükler takmak, plaktan müzik dinlemek, ilginç mümkünse ikinci el örgü kazaklar giymek, oduncu gömleği giymek, sakal bırakmak, kolunun her tarafını dövmeyle kaplatıp buz gibi havada atletle dolaşmak, kapalı ortamlarda bile şapka/bere giymek, retro casio saat kullanmak, analog kameralar kullanmak ve daha aklıma gelmeyen türlü "ilginçlikler"

Aslında yaptığımız, giydiğimiz, taktığımız şeylerin bizi tanımlaması ne kadar basit. İyi bir arkadaş, güvenilir bir dost, romantik bir aşık, başarılı bir öğrenci gibi sıfatlar yerine "tarzı var" "sıradışı birisi" "ne kadar güzel giyiniyor" "hmmm başkalarının hiç yapmadığı şeyleri yapıyor kesin ilginç biri olmalı" gibi sıfatları tercih ediyor insan. Halbuki, karakterin ve niteliklerin dış görünüşünü belirlemesi gerekir. Bugün tam tersi geçerli ne yazık ki.

Ben ne kadar dil döksem de, klavyenin tuşlarını aşındırsam da boş, çünkü hipsterlığın bir diğer faktörü de hipster olduğunu reddetmektir. Kendi varlığımızı da reddeder hale geldik Hep farklı olmak zorundayız, çünkü insanlar sıkıcıyken biz muhteşem havalıyız ve hipster olduğunu kabul etmek, başkalarına benzer, hatta onlarla aynı olduğunu kabul etmek demektir. Bu da kendiyle çelişme durumudur.

Peki hipsterlık nerden çıktı ve neden çıktı? Ben bunu biraz 90'ların bitişiyle ve 2000'lerin başlamasıyla yeni bir çağa girişimize bağlıyorum. Bu çağda büyüyen biri olarak gözlem yapmam gerekirse paylaşabileceğim şey şudur:

PLAYER 1

Player 1, Atari, Gameboy, Playstation ve Bilgisayar oyunlarının birçoğunda olan bir kavram. Bireye sunulan sistem içinde ona verilen oynama ve varolma hakkını niteler, sistemdeki yerini irdeler. Yani, bu sistemde bir oyuncusun, adın da Player 1, hadi oyna ve ölmemeye çalış, ateşten ve sivri şeylerden uzak dur, puan kazanmaya ve parkuru bitirmeye çalış. Biz bu sistemle büyüdük, herkes bir "Player 1" ve hepimizin kafasında yeşil bir Elmas, 2 kalple veya 100 can puanı 100 zırhla olduğunu hayal ettik uzun bir süre.

Dolayısıyla herkes kendini bir birey olarak gördü ve 2000'lerin tanımlayıcı akımı bana kalırsa bireycilik. Hepimizin bir msn adresi vardı. Hepimizin avatarları, imzaları, kullanıcı adı vardı ve bunların hepsi kolayca ve gayet eğlenceli bi şekilde süslenip püslenebilen şeylerdi. Fakat çok nadiren birisi bir başkasının avatarını beğeniyordu ve beğenip bunu ona söylüyordu. Genelde yazılan şeyler, "AAAA onu nerden aldın?" veya "Bana da atsana kankaaaa ;););)))" ve "niye atmıyosun yaaa :@:@:@" oluyordu.

Yani kimse kimsenin varlığını kabul edip, ona iltifat edip, övecek halde değildi. Herkes bir yarış halinde, sanki bu oyunda en yüksek skora ulaşmaya çalışıyordu. Herkes Limewire'dan kendi müziğini indiriyordu, herkesin "kendi sevdiği grubu" oluyordu. Grupları nedense paylaşamıyordum ben kimseyle, sadece ben dinleyeyim istiyordum o grupları ve şu anda da pek farklı değil, Modest Mouse'a sarmış durumdayım mesela. The Shins gibi birkaç indie rock grubu daha, eminim duymamışsınızdır zaten pek insan bilmez benim dinlediğim grupları. Şaka bir yana, kendim de aslında "anlaşılamayanı bir tek ben anlayayım" ve "farklı olan bir şeyi ben yapayım ki eşsiz olayım" gibi komik isteklere düşüyorum. Anlamadığım zaman şarkıların sözlerini okuyorum ve hakkaten anlamıyorum çoğu zaman. E niye dinliyorum o zaman ben bu grupları?

Aslında Hipster değilim diyerek Hipster olduğumu basbaya kanıtlıyorum. "Her albümü var bende o grubun ya efsaneler" demek gerçekten çok kolay, giriyorsun pirate bay'e, basıyorsun .... Full Discography tuşuna hooooop iniyor mu sana o albümlerin hepsi, atıyorsun telefona hoooop anında prim. Neymiş efendim çok seviyormuşsun o grubu, bütün albümleri varmış sende, hepsini dinlemişsin de....

Şimdi eskiyi öven, yeniye burun kıvıran olmayayım da -ki olucam, kaçış yok- eskiden kasetlerin, cd'lerin alınıp verildiği zamanlarda bu kadar "bolluk" olmadığından ötürü, elimizdekinin hakkını veriyor, ince ince bakıyor, düşünüyor, anlamlar yüklüyorduk. Teoman'ın walkman'den dinlediğim Paramparça ve Daha 17'si hala aklımda kazılı mesela, çünkü hep onları dinliyordum geriye sara sara. Tadı iyice çıkmış sakızı çiğner gibi, çiğnedikçe çiğniyor, her notasını ezberliyorduk, her köşesini kurcalıyorduk şarkıların.

Bu yeni çağda bilgiye, veriye, müziğe filme vs. erişmek o kadar kolay ki, her şeye ulaşmak istiyoruz. Bu benim olsun, onu ben de izlemiş, şunu ben de dinlemiş olayım, diye diye aslında bir çok şeye bakıp geçiyoruz sanırım. En azından bunu ben fazlasıyla yapıyorum onu fark ettim.

Oyun bitiren, oyunları en önce ve en başarılı şekilde bitirmeyi, en çok adamı en hızlı şekilde öldürmeyi öğrendiğimiz bir nesil olduğumuzdan (kendim adına konuşuyorum) bunu bir alışkanlık haline getirmişizdir belki. Bir maymun iştahlılık var gerçekten de, ve hayatın geneline olan bakışımız çok hızlı. Hızlı hızlı bakıyoruz, naber nasılsın diyip geçiyoruz birbirimize, hemen sonuç bekliyoruz birçok şeyden, köşelerde duvarlara yazılan yazıları okumaya, ağaca tırmanan kediyi seyretmeye zerre vaktimiz yok.

Ben duvarlara yazılar yazma olayını çok seviyorum. Çok yazdığım da yok da en azından bu fikir çok hoşuma gidiyor. Çünkü bir duvara yazı yazan kişi oraya bir iz bırakmak için zaman harcıyor ve o yazının arkasında kesinlikle bir anlam, hiç olmadı bir hikaye var.

Nesil olarak birbirimizi dinlemeyi ve hikaye anlatmayı becerebildiğimizi söyleyemiyorum. Çünkü ben bizzat iyi bir hikaye dinleyicisi ve anlatıcısı değilim. Birçok insan da böyle. Anlatsam dinlenmiyorum, konuşulunca dinlemiyorum. Bir yere gidilince masada herkes telefonuna bakıyor, masada başkaları konuşurken akıllarda hep başka mesajlar, başka diyaloglar. Ben de yapıyorum bunu, farkındayım.

Telefonlardan önce hayat ne güzeldi ehere kukere geyiği yapmayacağım ama unutmaya başladığımız ve bir hipster olarak (artık hipster olduğunu kabul etmek hipsterlık oldu, herkes reddediyor çünkü...) benim artık takip ettiğim bu yeni akım, insanları dinlemek, ve hikaye anlatmak olucak. Çünkü artık kimse hikaye anlatmıyor ve dinlemiyor, ve bunu ben yapıcam, size hikayemi anlatıcam, ve siz bu tuhaf kelimeleri, cümleleri duyunca "aman tağnrım ne kadar çılgın bir insan, çok gizemli neler anlatıyor" diyceksiniz, çünkü benim masada, barda, sokakta bira içerken bakıcağım bi twitter hesabım veya facebookta gazilyon tane arkadaşım yok.

Ha foursquare'de checkinimi yaparım o ayrı. Belki çok saçma bir uygulama ama beni çekiyor nedense. Gezmeyi seviyorum.

Okudunuz mu buraya kadar??? Sağolun ya, umarım atlayarak okumamışsınızdır.

Haydi kalın sağlıcakla.

-Engin-

Biraz uzun oldu özür dilerim, yazıya yarın öbür gün geri dönüp kısaltıcam, başınızı ağrıtmıcam. Bi de resim çizicem aralara. Söz.