Selamlar, Cem ve Engin beni bloga davet ettiklerinde, aklımdan geçen, uzun süre hiçbir şey yazamayacağım; yazdığımdaysa konunun hiçbir şey yazamamam olacağıydı. Ki kısmen doğru. Daveti kabul ettiğimden beri tek kelime yazmadım, ne kağıda ne internete. Ne var ki, sevgili hayali okurlar, durum farklı. Ben bugün bir film izledim. Filmden çıktığımda kafamda başkalarıyla paylaşmak istediğim yığınla düşünce vardı ve ilginç bir şekilde aklıma, bunu Kim Olacak Boyacı'ya yazmak geldi. İlginç çünkü bu tarz insanı düşünmeye iten durumlar sonrası genelde en yakınımdakiyle konuşur, bir daha dönüp bakmamak üzere kapatırdım konuyu.
Baştan belirtmem gerek amacım film incelemesi yapmak da değil, bu konuda da kendimi yetkin görmüyorum ve gerek de duymuyorum. Yalnızca, filmin kafamda canlandırdıklarını paylaşmak istiyorum. Olmayan bir kitleye niye kendimi bu kadar açıkladım bilmiyorum, ilk yazıdan diye zannediyorum.
Filmin adı "Binlerce kez iyi geceler/Tusen ganger god natt". Arkadaşlarımı davet ettiğimde veya anneme söylediğimde yaptığım gibi, buraya yazarken de ismi Google'lamak zorunda kaldım. Ya ben filme, konusunu önemsemeden sırf açık hava sineması olduğu için gittiğimden böyle; ya da akılda kalıcılık açısından kötü bir tercih. Filmin olayı ise, savaş fotoğrafçısı olan bir kadının ailesi ve işi arasında bir tercih yapmak zorunda bırakılması. Bırakılması çünkü kadının başta böyle bir derdi yok. Zamanı geldikçe işini yapıyor, Afganistan'a, Kongo'ya gidiyor; eve döndüğünde de ailesiyle hasret gideriyor. Tercihe zorlayan ise, onunla savaş fotoğrafçısı olduğu halde beraber olmayı seçmiş, Jaime Lannister'ın oynadığı kocası. Şimdi, eğer film bir kadın savaş fotoğrafçısı yerine bir erkek savaş fotoğrafçısı - ya da toplumun kafasında olduğu gibi sadece savaş fotoğrafçısı - hakkında olsaydı, filmin izlenmeye değer hiçbir draması kalmazdı çünkü toplum - ki film İrlanda/İsveç/Norveç ortak yapımı, yani şark ataerkilliğiyle uzaktan yakından alakası yok - uzun süre iş seyahatine çıkmış, dışarıda olan erkeklere alışkın. Kadın, yirmi birinci yüzyılın gerektirdikleri sayesinde, şanslıysa günün belirli bir kısmını alakalı olduğu bir işle uğraşarak, geri kalanını da içeride, güvende geçirmeli. İşin idealize olması, hayatında belirlenmişten fazla yer kaplaması, kadını hayatın diğer unsurlarından alıkoyar. Erkeği alıkoymaz. Bu yüzden, statüko, ne kadar farklı olursa olsun kadınların hayatını trajedileştiriyor. Ben bu filmle kazanılmış fakat doğuştan gelen hakların, kadını geçmiştekinden apayrı bir çelişkiye sürüklediğini fark ettim. Bilineni tekrarladığımın farkındayım filmin de belki vermeye çalıştığı mesaj buydu ama filmin değindiği onca toplumsal sorun arasında bam telime basan bu oldu. Bana en çözülebilir geldiği için olsa gerek. Peki çözüm ne?
Standart entel muhabbeti yapıp, filmden, kitaplardan durumlar bulmak yerine etrafı incelemem gerektiğini düşünüyorum. Beş kız kardeşiyle beraber annem, benim için her zaman iyi bir örnek uzayı oldu. Bu bağlamda onlara baktığımdaysa, hepsinin aile kurmak adına bir zaman, bir yerde kişiliklerinden karşı tarafa nazaran ciddi boyutlarda ödün verdiklerini gördüm. Yaptıkları iş de, ailenin, evin, içerinin yanında her zaman ikincil durumda. Ailenin iyiliği ve devamlılığı dışında idealleri, hayalleri yok fakat bu neden mi sonuç mu bilmiyorum. Yani, altı kız kardeşin de kişilikleri gereği mi böyle yaşadıklarını; yoksa toplumsal algının mı bunu onlara dayattığını bilmiyorum. Sadece, onlar gibi olmak istemediğimi biliyorum, bu yüzden yaptıkları gözle görülebilir hataları -doğurma içgüdüsüne, toplumsal baskıya, yalnızlık korkusuna kulak verme- yapmamayı hedefliyorum. Kendime bir ideal bulmak hayatım boyunca takıntım oldu, bu konuda sıkıntı yaşayacağımı sanmıyorum.
Konunun hedefinden saptığını hissediyorum. Filmden geriye kalan daha çok şey var ama bunu sakin bir kafayla üzerinden zaman geçtikten sonra yazmalıyım. Bu yazıyı bitirmek için bir bahane mi, yoksa cidden böyle mi düşünüyorum, çözmek size kalmış okurlar. Gözlemlediğiniz üzere, uzun, bol açıklamalı, dağınık ve yüksek ihtimal düşük cümlelerimle hoşgeldim. Umarım devamlı olurum.
Adios,
Ezgi
Kim Olacak Boyacı
6 Ağustos 2014 Çarşamba
4 Haziran 2014 Çarşamba
bir arabaya binmek istiyorum
dinleyeceğim müzikleri önceden ayarlayacağım.
her olası ruh halime yönelik.
seni hatırladığım, seni unutmaya çalıştığım
beceremediğim için kendime kızdığım
beceremediğim için kendimi affettiğim
şarkılar koyacağım müzik listeme
tişört giydireceğim sürücü koltuğuna
terlikler geçireceğim ayaklarıma
kısa şortum ve ince beyaz tişörtümle
uzaklara seyahat edeceğim
market poşetine elimi daldıracağım
önceki geceden buzluğa koyduğum şişeden
hafif erimiş buzlu suyu içeceğim
şarkılar değişecek, gelip geçecek
ve ben hep seni düşüneceğim
seninle konuşacağım içim burkulacak
hiç ilerleme katedemeden olduğum yerde kalacağım
eğer o arabaya binemezsem
-Engin-
18 Nisan 2014 Cuma
Dikkat dağınıklığı ve Acelecilik Üzerine
Merhaba, dolu dolu geçmeyen, monoton, üzgün ve stresli bir haftadan sonra tekrar merhaba!
Yapacak bir sürü işim olduğuna göre, benim de bu yazıyı yazmak için bahanem oldu denebilir. Ya da o uzuuun işlerimi bitirmemek için bir bahane. Neyse, öhm...
Sizlere bugün yazıcağım konu, günlerimin, dakikalarımın hatta gündelik konuşmalarım dahil yaptığım her şey üzerinde etkili olan bir durum üzerine.
Bunu çizdiğim dersten umudumu kesmiştim zaten, yanımda beni seyreden arkadaşlar için de pek hayırlı bir ders olduğu söylenemez... |
Dikkat dağınıklığı ve Acelecilik üzerine..
Eminim birçoğunuz eve gelip bilgisayarınızı açıp internet keyfi yapmadan hemen önce browser'ınıza girip devamlı girdiğiniz linkleri tıklıyorsunuzdur. Facebook, twitter, tumblr, ekşisözlük, hürriyet haber, reddit artık neyi takip ediyorsanız.... Aynı anda, rakam vermek gerekirse buna 5 diyelim, 5'ten fazla linkiniz mi açık? Veya okulda, dersi dinlerken sıkılınca bir eliniz telefonda ve ya mesaj mı geldi ya da bi internet sitesine gireyim de vakit öldüreyim mi diyorsunuz? He bunun gibi şeyler işte, dikkat dağınıklığı...
Ben de yine sıradan bir günde dikkatimin fazlasıyla dağıldığını fark ettim ve şu satırları kaleme aldım kütüphanede, kitap okumam ve çalışıyor olmam gerekirken...
Birçok şeyi aceleyle ve bir sürü dikkat dağıtıcı etken altında yapmaya o kadar alışmışım ki, daha konuşurken bile dikkatimi toparlayamadığımı fark ediyorum. Eğer dikkatimi resmedecek olsaydım fırtına, hortum, tsunami ve volkan patlamasının aynı anda meydana geldiği bir tablo hayal ederdim.
Birçok şeyi yaparken, en basidinden en kompleksine, hep çok hızlı olmasını istiyoruz. Çünkü o kadar çok şey var ki dikkat edecek. İnternetten bakılacak siteler, okunacak kitaplar, tutulacak notlar, bakıp seyredilecek insanlar, hatırlanacak anılar, çizilecek resimler, üzülünecek eski sevgili, düşünülecek felsefi sorunlar falan filan....
Böyle bir fırtınada kim nasıl konsantre olabilir düşüneceği konulara, yapacağı işe ve o işten ne kadar verim alabilir?
Bu fırtınadan kurtulup, bir köşeye sığınmam gerekiyor. Ama zihinde olan bir fırtınadan kaçış hiçbir fiziksel kaçış veya aktiviteyle yapılamaz. [aslında belki yapılabilir, şöyle dağa çıkılsa ve orada telefon internet vs. hiçbir şey çekmese, o zaman illa ki soyutlanılır, düşünce berraklaşır, ama yine de düşünsel bir çekilme şart] Bunun için zihinsel bir dinginlik gerekiyor.
Bu da zihnimdeki dikkat dağınıklığı canavarı
Bu biraz da teknoloji yüzünden [veya teknolojinin katkısıyla diyelim, neden her şeyin suçlusu teknoloji olmak zorunda, teknolojiyi kullanan bizleriz, dolayısıyla bunun suçlusu, sorumlusu da biziz, teknoloji sadece bu olayları hızlandıran bir araç] oluşan bir durum. Whatsapp'tan kim yazmış, yok annem babam arayıp konuşmak ister veya mesaj gelir melir diye düşünerek telefonumun elimden hiç düşmediği bir gerçek. [ki eminim birçoğunuz için de bu böyledir] Eh böyle olunca da düşünce akışı devamlı kesiliyor.
Ve böyle sonlandırdım notlarımı, telefonuma bakmak, etrafımdaki insanları seyretmek ve sırtımı kaşımak adına...
Mesaj! Notifiksayon! Mesaj mı geldi sendromu!?!
Ağzından şeker düşen hiperaktif 10 yaşındaki çocuk gibi olan dikkatimi, meditasyon yapan keşiş dinginliğine nasıl ulaştırıcam acaba?
Belki de dikkati tamamen toparlamak gerekmiyordur, bunu tartışmak mümkün ama ben bu dikkat dağınıklığından çok çektim ve çekmeye devam ediyorum. Eğer hayatında hiçbir şeyi başaramamış, beceriksiz biri olacaksam bu yüzdendir, bir de tembelliğimden.
İnsanın eksiklerini bilmesi güzel şey tabi, ve bunun üzerinde de çalışıyorum. Minik adımlar atmaya başladım. Mesela okul dönüşü vapura yürürken aynı anda sadece 2-3 şeyi düşünmeye çalışıyorum! Büyük başarı cidden. Bakıyorum konudan saptığımı fark ediyorum, hop tekrar o ilk düşündüğüm şeye dönüş. Uçan balon gibi çünkü düşünce, ipi tutmayı bırakınca hooop uçu veriyor, konudan konuya geçiliyor ve "...ne düşünüyodum ben yaa.." ya dönüyor olay. Ve bunun olmaması için çalışmaya başladım.
Düz yolda yürümeyi becerebiliyorsam, zigzaglar çizerek, hoplaya zıplayarak düşünme alışkanlığımı da birazcık dizginleyebilirim sanırım...
Kalın sağlıcakla,
-Engin-
11 Nisan 2014 Cuma
Hipstercılık ve Bireycilik Üzerine
Fazlasıyla uzamış bir moladan sonra tekrar merhaba!
Okudunuz mu buraya kadar??? Sağolun ya, umarım atlayarak okumamışsınızdır.
Haydi kalın sağlıcakla.
Duygusal tripleri yıkayıp, ütüleyip dolaba kaldırdığıma göre yine aynı konular üzerinde aynı yazıları yazmaya devam edebilirim.
Bu sefer de yazımız, benim zaman zaman kendime, çoğu zaman da başkalarına, ama daha çok kendime batırdığım hipstercılık üzerine...
Hipstercılığın tanımını yapacak olursak bataklığa girmiş gibi oluruz. Neden mi? Çünkü "hipstercılık" aslında zamanla değişen trendleri fark eden ve bundan mutsuzluk duyan birkaç bireyin, kimsenin sahiplenmediği ve ordan burdan buldukları değişik kendini ifade etme şekillerini kullanarak kendi trendlerini yaratmasıyla başladı. Ve bu yanan çıra gibi tutuşan "hip", onu ilginç, havalı, çekici, enteresan, gideri var, harika yaa, efso vb. bulan kalabalığın gazıyla gürül gürül yanmaya başladı. Yani akımdan kaçan minik bir akım yaratıldı ve kendi ana akımı olacak kadar beğeni kazandı diyebiliriz. Dolayısıyla uluslararası bir ün kazanan hipsterlık akımı normalleşti ve az çok sosyal medyada takılan, sokaklarda gece hayatında bulunan herkesin görebileceği stereotipler meydana geldi.
Bu akıma bu kadar takmış olmamın sebebi bir karadelik olması. Ne yapmışsanız geçmişte, ve ne yaparsanız gelecekte, hipster olmak veya hipsterlara benzemekle suçlanabiliyorsunuz. Bunlar neler olabilir;
Koyu renkli kalın çerçeveli gözlükler takmak, plaktan müzik dinlemek, ilginç mümkünse ikinci el örgü kazaklar giymek, oduncu gömleği giymek, sakal bırakmak, kolunun her tarafını dövmeyle kaplatıp buz gibi havada atletle dolaşmak, kapalı ortamlarda bile şapka/bere giymek, retro casio saat kullanmak, analog kameralar kullanmak ve daha aklıma gelmeyen türlü "ilginçlikler"
Aslında yaptığımız, giydiğimiz, taktığımız şeylerin bizi tanımlaması ne kadar basit. İyi bir arkadaş, güvenilir bir dost, romantik bir aşık, başarılı bir öğrenci gibi sıfatlar yerine "tarzı var" "sıradışı birisi" "ne kadar güzel giyiniyor" "hmmm başkalarının hiç yapmadığı şeyleri yapıyor kesin ilginç biri olmalı" gibi sıfatları tercih ediyor insan. Halbuki, karakterin ve niteliklerin dış görünüşünü belirlemesi gerekir. Bugün tam tersi geçerli ne yazık ki.
Ben ne kadar dil döksem de, klavyenin tuşlarını aşındırsam da boş, çünkü hipsterlığın bir diğer faktörü de hipster olduğunu reddetmektir. Kendi varlığımızı da reddeder hale geldik Hep farklı olmak zorundayız, çünkü insanlar sıkıcıyken biz muhteşem havalıyız ve hipster olduğunu kabul etmek, başkalarına benzer, hatta onlarla aynı olduğunu kabul etmek demektir. Bu da kendiyle çelişme durumudur.
Peki hipsterlık nerden çıktı ve neden çıktı? Ben bunu biraz 90'ların bitişiyle ve 2000'lerin başlamasıyla yeni bir çağa girişimize bağlıyorum. Bu çağda büyüyen biri olarak gözlem yapmam gerekirse paylaşabileceğim şey şudur:
PLAYER 1
Player 1, Atari, Gameboy, Playstation ve Bilgisayar oyunlarının birçoğunda olan bir kavram. Bireye sunulan sistem içinde ona verilen oynama ve varolma hakkını niteler, sistemdeki yerini irdeler. Yani, bu sistemde bir oyuncusun, adın da Player 1, hadi oyna ve ölmemeye çalış, ateşten ve sivri şeylerden uzak dur, puan kazanmaya ve parkuru bitirmeye çalış. Biz bu sistemle büyüdük, herkes bir "Player 1" ve hepimizin kafasında yeşil bir Elmas, 2 kalple veya 100 can puanı 100 zırhla olduğunu hayal ettik uzun bir süre.
Dolayısıyla herkes kendini bir birey olarak gördü ve 2000'lerin tanımlayıcı akımı bana kalırsa bireycilik. Hepimizin bir msn adresi vardı. Hepimizin avatarları, imzaları, kullanıcı adı vardı ve bunların hepsi kolayca ve gayet eğlenceli bi şekilde süslenip püslenebilen şeylerdi. Fakat çok nadiren birisi bir başkasının avatarını beğeniyordu ve beğenip bunu ona söylüyordu. Genelde yazılan şeyler, "AAAA onu nerden aldın?" veya "Bana da atsana kankaaaa ;););)))" ve "niye atmıyosun yaaa :@:@:@" oluyordu.
Yani kimse kimsenin varlığını kabul edip, ona iltifat edip, övecek halde değildi. Herkes bir yarış halinde, sanki bu oyunda en yüksek skora ulaşmaya çalışıyordu. Herkes Limewire'dan kendi müziğini indiriyordu, herkesin "kendi sevdiği grubu" oluyordu. Grupları nedense paylaşamıyordum ben kimseyle, sadece ben dinleyeyim istiyordum o grupları ve şu anda da pek farklı değil, Modest Mouse'a sarmış durumdayım mesela. The Shins gibi birkaç indie rock grubu daha, eminim duymamışsınızdır zaten pek insan bilmez benim dinlediğim grupları. Şaka bir yana, kendim de aslında "anlaşılamayanı bir tek ben anlayayım" ve "farklı olan bir şeyi ben yapayım ki eşsiz olayım" gibi komik isteklere düşüyorum. Anlamadığım zaman şarkıların sözlerini okuyorum ve hakkaten anlamıyorum çoğu zaman. E niye dinliyorum o zaman ben bu grupları?
Aslında Hipster değilim diyerek Hipster olduğumu basbaya kanıtlıyorum. "Her albümü var bende o grubun ya efsaneler" demek gerçekten çok kolay, giriyorsun pirate bay'e, basıyorsun .... Full Discography tuşuna hooooop iniyor mu sana o albümlerin hepsi, atıyorsun telefona hoooop anında prim. Neymiş efendim çok seviyormuşsun o grubu, bütün albümleri varmış sende, hepsini dinlemişsin de....
Şimdi eskiyi öven, yeniye burun kıvıran olmayayım da -ki olucam, kaçış yok- eskiden kasetlerin, cd'lerin alınıp verildiği zamanlarda bu kadar "bolluk" olmadığından ötürü, elimizdekinin hakkını veriyor, ince ince bakıyor, düşünüyor, anlamlar yüklüyorduk. Teoman'ın walkman'den dinlediğim Paramparça ve Daha 17'si hala aklımda kazılı mesela, çünkü hep onları dinliyordum geriye sara sara. Tadı iyice çıkmış sakızı çiğner gibi, çiğnedikçe çiğniyor, her notasını ezberliyorduk, her köşesini kurcalıyorduk şarkıların.
Bu yeni çağda bilgiye, veriye, müziğe filme vs. erişmek o kadar kolay ki, her şeye ulaşmak istiyoruz. Bu benim olsun, onu ben de izlemiş, şunu ben de dinlemiş olayım, diye diye aslında bir çok şeye bakıp geçiyoruz sanırım. En azından bunu ben fazlasıyla yapıyorum onu fark ettim.
Oyun bitiren, oyunları en önce ve en başarılı şekilde bitirmeyi, en çok adamı en hızlı şekilde öldürmeyi öğrendiğimiz bir nesil olduğumuzdan (kendim adına konuşuyorum) bunu bir alışkanlık haline getirmişizdir belki. Bir maymun iştahlılık var gerçekten de, ve hayatın geneline olan bakışımız çok hızlı. Hızlı hızlı bakıyoruz, naber nasılsın diyip geçiyoruz birbirimize, hemen sonuç bekliyoruz birçok şeyden, köşelerde duvarlara yazılan yazıları okumaya, ağaca tırmanan kediyi seyretmeye zerre vaktimiz yok.
Ben duvarlara yazılar yazma olayını çok seviyorum. Çok yazdığım da yok da en azından bu fikir çok hoşuma gidiyor. Çünkü bir duvara yazı yazan kişi oraya bir iz bırakmak için zaman harcıyor ve o yazının arkasında kesinlikle bir anlam, hiç olmadı bir hikaye var.
Nesil olarak birbirimizi dinlemeyi ve hikaye anlatmayı becerebildiğimizi söyleyemiyorum. Çünkü ben bizzat iyi bir hikaye dinleyicisi ve anlatıcısı değilim. Birçok insan da böyle. Anlatsam dinlenmiyorum, konuşulunca dinlemiyorum. Bir yere gidilince masada herkes telefonuna bakıyor, masada başkaları konuşurken akıllarda hep başka mesajlar, başka diyaloglar. Ben de yapıyorum bunu, farkındayım.
Telefonlardan önce hayat ne güzeldi ehere kukere geyiği yapmayacağım ama unutmaya başladığımız ve bir hipster olarak (artık hipster olduğunu kabul etmek hipsterlık oldu, herkes reddediyor çünkü...) benim artık takip ettiğim bu yeni akım, insanları dinlemek, ve hikaye anlatmak olucak. Çünkü artık kimse hikaye anlatmıyor ve dinlemiyor, ve bunu ben yapıcam, size hikayemi anlatıcam, ve siz bu tuhaf kelimeleri, cümleleri duyunca "aman tağnrım ne kadar çılgın bir insan, çok gizemli neler anlatıyor" diyceksiniz, çünkü benim masada, barda, sokakta bira içerken bakıcağım bi twitter hesabım veya facebookta gazilyon tane arkadaşım yok.
Telefonlardan önce hayat ne güzeldi ehere kukere geyiği yapmayacağım ama unutmaya başladığımız ve bir hipster olarak (artık hipster olduğunu kabul etmek hipsterlık oldu, herkes reddediyor çünkü...) benim artık takip ettiğim bu yeni akım, insanları dinlemek, ve hikaye anlatmak olucak. Çünkü artık kimse hikaye anlatmıyor ve dinlemiyor, ve bunu ben yapıcam, size hikayemi anlatıcam, ve siz bu tuhaf kelimeleri, cümleleri duyunca "aman tağnrım ne kadar çılgın bir insan, çok gizemli neler anlatıyor" diyceksiniz, çünkü benim masada, barda, sokakta bira içerken bakıcağım bi twitter hesabım veya facebookta gazilyon tane arkadaşım yok.
Ha foursquare'de checkinimi yaparım o ayrı. Belki çok saçma bir uygulama ama beni çekiyor nedense. Gezmeyi seviyorum.
Okudunuz mu buraya kadar??? Sağolun ya, umarım atlayarak okumamışsınızdır.
Haydi kalın sağlıcakla.
-Engin-
Biraz uzun oldu özür dilerim, yazıya yarın öbür gün geri dönüp kısaltıcam, başınızı ağrıtmıcam. Bi de resim çizicem aralara. Söz.
28 Mart 2014 Cuma
Neden ve Amaç Üzerine
Sanırım üzerinde en çok düşündüğüm ve bana kalırsa herkesin hayatta yaptığı her şeyde düşünmesi gereken bir soru üzerine birkaç kelime edeyim istiyorum.
Neden?
Neden, Niye, Niçin....
Yaptığım her çizimde, karaladığım her yazıda veya okuduğum her metinde neden sorusunu soruyorum. Neden çiziyorum, neden bunu yazmak istiyorum, neden böyle bir insan olmak istiyorum, neden sanatçı olmak istiyorum, neden böyle bir istek var diye soruyorum kendime. Aslında bir bakıma bu isteklerimin gerçekliğini ve temellerini sorguluyorum. Neden çizmek istiyorum, neden sanatçı olmak istiyorum diye sorarken aslında bu isteklerimin nereden geldiğini değil de gerçekten içimden gelişini sorguluyorum. Bunlar gerçekten içimden gelen şeyler mi yoksa kendime yazdığım kader senaryosu yüzünden mi istiyorum, bunu sorguluyorum. Çünkü eğer gerçekten içimden gelen bir şey olsaydı bu, haftanın bir veya iki günü içimden gelmezdi sanki, kendimi mi kandırıyorum sanatçıyım falan diye, geçen akşam domatesli ezmeyi çatalla yemiş bir insanım ben, gidip Rembrandt mı olucam bu halimle?
Neden çizgiroman'ın cevabını verebiliyorum ama. Çizgiroman veya çizgiseri, çizgihikaye (YAKINDA!!!! Webcomics!!!!) gerek görsel zevklerimizi tatmin edişiyle, gerek okunmasının akıcılığıyla, gerek diğer edebi türlerin ve plastik sanatların bir sentezi ama aynı zamanda onlardan farklı olarak yepyeni, genç, canlı, enerjik ve çılgın bir tür. Ve çizgiromanlarla büyüdüm, bu yüzden başka bir sanat dalı seçmem düşünülemezdi zaten.
Ama sanat yapmam gerçekten gerekli mi? Onlarca sanatçı varken ortalıkta, benim sesimin duyurulması neden gerekli?
Çünkü istiyorum. Bu yeterli bir cevap mı peki?
Herkes için kağıt ve kalem var, internet var, en olmadı duvarlar var. Herkes, istediğini yazabilir her yere, ama neden yazmalı? Aklında olanlar gerçekten duyulmalı mı, çünkü insanlık çok kalabalık bir tür, sayıca çok fazlayız, ve yazmak, çizmek, sesini duyurmak isteyen çok fazla kişi var. Dolayısıyla herkes hep bir ağızdan konuşursa, bir kargaşa olur sadece, gürültü olur ve bu yüzden konuşacak insanları özenle seçmek lazım, geri kalanlara da dinlemek düşer. Söz hakkı tanınana kadar.
Ama işte bu söz hakkı nasıl verilmeli, yani kim nasıl konuşmalı, ve dediklerini özenle seçmeli, ama kime göre, neye göre? Ben de bunu düşünüyorum işte, belki de bu yüzden hiçbir şey çizip yazamıyorum, bu sorulara cevap bulamadığım için. Yani neden ben, belki bu aklımdaki fikirleri başka birisine anlatsam benden çok daha güzel resmedebilir?
İtiraf ediyorum, fikirlerimi beğeniyorum. Ve onları sahipleniyorum. Kimseye vermek istemiyorum. Onlar benim çocuklarım gibi ve onları ben büyütmek istiyorum. Her gün nasıl evrildiklerini, değiştiklerini gözlemliyorum ve geleceklerini de ben belirlemek istiyorum. Ve bu yüzden ben konuşmak istiyorum, kendi fikirlerim konusunda.
Herkesin bir fikri var ama, bu fikirlerin hepsi gerçekten de değerli mi, yani söylenmeli mi? Dile getirilmeli mi? Gürültünün oluşacağını bile bile, riske atmalı mıyız bu durumu?
Hepimiz istiyoruz bir şeyler yapmayı. Ama bu yeterli mi?
-Engin-
Neden?
Neden, Niye, Niçin....
Yaptığım her çizimde, karaladığım her yazıda veya okuduğum her metinde neden sorusunu soruyorum. Neden çiziyorum, neden bunu yazmak istiyorum, neden böyle bir insan olmak istiyorum, neden sanatçı olmak istiyorum, neden böyle bir istek var diye soruyorum kendime. Aslında bir bakıma bu isteklerimin gerçekliğini ve temellerini sorguluyorum. Neden çizmek istiyorum, neden sanatçı olmak istiyorum diye sorarken aslında bu isteklerimin nereden geldiğini değil de gerçekten içimden gelişini sorguluyorum. Bunlar gerçekten içimden gelen şeyler mi yoksa kendime yazdığım kader senaryosu yüzünden mi istiyorum, bunu sorguluyorum. Çünkü eğer gerçekten içimden gelen bir şey olsaydı bu, haftanın bir veya iki günü içimden gelmezdi sanki, kendimi mi kandırıyorum sanatçıyım falan diye, geçen akşam domatesli ezmeyi çatalla yemiş bir insanım ben, gidip Rembrandt mı olucam bu halimle?
![]() |
sürekli yanımda taşıdığım defterim, ama nadiren açıp bi şeyler yazıp çizdiğim görülmüştür. üzücü... |
Neden çizgiroman'ın cevabını verebiliyorum ama. Çizgiroman veya çizgiseri, çizgihikaye (YAKINDA!!!! Webcomics!!!!) gerek görsel zevklerimizi tatmin edişiyle, gerek okunmasının akıcılığıyla, gerek diğer edebi türlerin ve plastik sanatların bir sentezi ama aynı zamanda onlardan farklı olarak yepyeni, genç, canlı, enerjik ve çılgın bir tür. Ve çizgiromanlarla büyüdüm, bu yüzden başka bir sanat dalı seçmem düşünülemezdi zaten.
Ama sanat yapmam gerçekten gerekli mi? Onlarca sanatçı varken ortalıkta, benim sesimin duyurulması neden gerekli?
Çünkü istiyorum. Bu yeterli bir cevap mı peki?
Herkes için kağıt ve kalem var, internet var, en olmadı duvarlar var. Herkes, istediğini yazabilir her yere, ama neden yazmalı? Aklında olanlar gerçekten duyulmalı mı, çünkü insanlık çok kalabalık bir tür, sayıca çok fazlayız, ve yazmak, çizmek, sesini duyurmak isteyen çok fazla kişi var. Dolayısıyla herkes hep bir ağızdan konuşursa, bir kargaşa olur sadece, gürültü olur ve bu yüzden konuşacak insanları özenle seçmek lazım, geri kalanlara da dinlemek düşer. Söz hakkı tanınana kadar.
![]() |
en sevmediğim iki sayfa. alakasız 4 başıboş fikir.. |
Ama işte bu söz hakkı nasıl verilmeli, yani kim nasıl konuşmalı, ve dediklerini özenle seçmeli, ama kime göre, neye göre? Ben de bunu düşünüyorum işte, belki de bu yüzden hiçbir şey çizip yazamıyorum, bu sorulara cevap bulamadığım için. Yani neden ben, belki bu aklımdaki fikirleri başka birisine anlatsam benden çok daha güzel resmedebilir?
İtiraf ediyorum, fikirlerimi beğeniyorum. Ve onları sahipleniyorum. Kimseye vermek istemiyorum. Onlar benim çocuklarım gibi ve onları ben büyütmek istiyorum. Her gün nasıl evrildiklerini, değiştiklerini gözlemliyorum ve geleceklerini de ben belirlemek istiyorum. Ve bu yüzden ben konuşmak istiyorum, kendi fikirlerim konusunda.
Herkesin bir fikri var ama, bu fikirlerin hepsi gerçekten de değerli mi, yani söylenmeli mi? Dile getirilmeli mi? Gürültünün oluşacağını bile bile, riske atmalı mıyız bu durumu?
Hepimiz istiyoruz bir şeyler yapmayı. Ama bu yeterli mi?
-Engin-
22 Mart 2014 Cumartesi
Geyikler Destanı, Aidiyet, Bağlar ve Yalnızlık Üzerine
Sıkça duyduğum ve nasıl bi' yer olduğunu merak ettiğim Çinili Cafe'de yazdığım bir iki sayfayı sizinle paylaşmak istiyorum hayalî okurlar: (çok da iyi bi yer değilmiş, gürültülü... üstelik çok da pahalı!)
"Bir yerim olsun istiyorum abi, böyle belli kişilerle rutin olarak gidilecek biyer.. Orası benim ikinci evim gibi olacak bir nevi..
Niye böyle biyer düşünüyosun dostum ne tatmin etmiyor seni? Aradığın nedir, tamam bunu söyledin ama belirt gerçekten ne istediğini?
Ortalıktan kaybolmak istiyorum abi, sanki, böyle oraya gidicez arkadaşlarla, ve diğer muggle'lardan bir farkımız olucak gizemli kahramanlarmışız gibi. Evde mandalina yiyen insanlardan bir farkımız olucak abi. [şu anda bu satırları yazarken havuç yiyor olmam]
Peki ne işine yarıcak bu dostum?
Şu anda bunu bilmiyorum, ama bildiğim tek şey bunu can-ı gönülden istiyor olduğum. [bazen bir şeyi istemek için onun yoksunluğu bile yeterli değil midir?]
Bence sen etrafındaki insanları beğenmiyosun dostum, istiyosun ki yıllarla beslenmiş, büyümüş, köklü dostlukların olsun, ama tohumu ekmezsen fidanın olmaz ki..
Evet, istiyorum ki arkadaşlarım fotoraflarımı çeksin, bunları saklayalım, paylaşalım, nebilim bişeyler olsun. Etrafımız, okula gidip ödev yapan sıkıcı insanlar değil de dışarıda bişeyler tecrübe etmiş, gezmiş tozmuş ilginç insanlarla dolsun.
Senin derdin daha ziyade sıkılmaktan. Çok çabuk sıkılıyorsun her şeyden ve bu yüzden hiçbir şeye bağımlı kalamıyosun. Kaçıyosun her şeyden, yeni tanıştığın insanlardan. Mutluluğu başka yerlerde arıyosun ama fidanın yükselişini beklemekten üşenip kaçıyosun.
Napmak lazım peki?
Gel benimle, gel içelim, içelim de güzelleşelim, sonra başkalarını da eğlencemize ortak edelim, hiçlik üzerine bir destan yazalım. Bir masada masallar uyduralım, efsaneler yaratalım içtiğimiz biralarla..."
Bu dağınık ve spontane diyaloğa Geyikler Destanı adını vermişim. Bu belki başka bir hikaye serisinin başlangıcı olacaktı, olacak. Çinili'ye gittim ve yalnız başıma masaya oturdum, biraz tuhaftı çünkü çok kalabalıktı. İşte o zaman kendi kendime, bunun gibi ama başka bir yer aradığımı düşünüyordum. Niye böyle bir isteğim vardı, kendime ait bir evim yok muydu zaten, gayet konforlu olan, onu düşünüyordum. Ama olay bu değildi işte, bu "yeri" birileriyle paylaşmak lazımdı, başkalarıyla beraber o "yere" ait olup bir bağ kurma meselesiydi benim derdim. Bu dert eminim ki birçok insanın da derdi aynı zamanda, bu konu üzerinde çok durdum başkalarıyla, ve çok duydum. Hepimiz özeniyoruz bu Cheers'daki, Friends'deki, How I Met Your Mother'daki cafelere barlara, o sezonlarca sürüp giden tatlı arkadaşlıklara...
evimin balkon manzarası, herkesi bekliyorum kıpss ;);));) |
Yalnızlık kavramının zıttı neyse, oydu hayal ettiğim, ama tam olarak ne istediğimi ve böyle bir istek içinde niye olduğumu ben de yanıtlayamıyordum. Yalnız olmayı hem sevip, hem de bu durumdan acı çekmek nasıl mümkündü?
resim koyalım ki yazımız okunsun... |
İnsanın arkadaşı veya tanıdıkları olunca gözler birbirlerine bakar. Diyaloglar kurulur. Mesajlar yazılır, hediyeler alınır, verilir, beraber olunur, içilir, fotoğraflar çekilinir. Bunu istiyordum ben de. İstemeyeyim mi, napıyim?
Hepimiz istiyoruz bunu, herkes yalnızlıktan şikayet ediyor. Ben de burda şikayet ediyorum işte! Ama neden kimse elini uzatmıyor başkasına? Sokaklarda dolaştıkça, "muggle olmak istemeyen" insanlar görüyorum. Bunlara hipster, hifstır, gösterişçi, tiki, şovcu, tarz yapmış, tarzcı falan diyoruz, diyorum, ama bu insanlar başkaları tarafından fark edilmek, sıradışı tarzlarıyla dikkat çekmek istemiyor mu? Benim de istediğim bir nevi bu! Tabi ben o kadar sıradışı olmak istemiyorum, ama olduğum halimle biraz dikkat çekmek istemiyor değilim, bunu inkar etmem. Madem bu isteklerimiz ortak, neden aramızda böyle görünmez bir duvar var? Neden insanlara ulaşmak bu kadar zor geliyor?
Herkes arkadaşı olsun istiyor da, o arkadaşları da özel olsun istiyor, arkadaşlarını özenle seçiyor, en havalı, en eğlenceli, en anlayışlı, en karizmatik insanlar olsun istiyor galiba. Bu yüzden itiyoruz belki de birbirimizi, aynı kutupların birbirini ittiği gibi. Nerden bulucaz o zaman zıt kutuplarımızı, sanki öyle bir şey varmış gibi?
-Engin-
18 Mart 2014 Salı
Hüsran Üzerine
![]() |
bilmem kaçıncı başlayıp bitirmediğim otoportrem |
Tumblr'da anlamsızca gezinirken kendi url'ime bir daha göz attım. Mr. Frustration Man. Bu isim normalde benim çok beğendiğim ve takdir ettim bir oyun olan Grim Fandango'nun soundtrack'indeki yine çok beğendiğim bir şarkıdır. Adıyla hiç alakası yoktur şarkının, ama benim çok var bu isimle alakam.
Frustration: Bir şeyi değiştirmeyi veya başarmayı beceremediğimizde yaşadığımız can sıkıntısı hali. Bunun türkçe bir karşılığı var mı? Ya da daha iyi bir çevirisi olabilir mi? Hüsran, düş kırıklığı belki. Belki de hep hayal kuruyoruz, anlık hayaller, bir şeyi başardığımızın, becerdiğimizin hayali, ve bu olmadığında kırıklık hissini yaşıyoruz. (Batkı diyor tdk. Neden batkı kelimesi ölmüş? Neden sıkıntı kazanmış? Bazen batmaz mı yaşadığımız şeyler, ama hep sıkıntı diyoruz..)
Sanırım çok başarılı ve kabiliyetli bir babanın oğlu ve yine aynı derecede zeki ve potansiyeli olan bir büyük abinin küçük kardeşi olduğumdan, kendini kanıtlamak için aynı hızda ve mükemmelikte yüzmeye çalışıyorum. Veya bu milyarlarca kişiyle dolu gezegende kendime bir kimlik edinip, o kimliği doldurabilmek için dakikası dakikasına o rolü oynamaya çalışıyorum. Belki hakikaten samimiyim ve gerçekten içimden geldiği için bu misyonu edindim ve çalışıyorum. İşte buna inanmak istiyorum, ve belki de inandığımız şeyler gerçektir? Bunu bilemeyiz.
Küçük hissediyorum kendimi, güçsüz, kabiliyetsiz, zayıf. Küçük hissediyorum, kimseyi etkileyemeyen, kimseyi değiştiremeyen, sesi çıkmayan. Hep farklı bir şeyler yaptığını sanan, ama hep özgün olmayan fikirleri bulan. Her şeyden çabucak sonuç bekleyen, ve bunu elde edemediğinde 'olmuyor' diyip küsüp bırakan. Sahip olduğu güzel şeyleri koruyamayan, kaybeden, güçsüz, zayıf bir mahluk. Güven vermeyen, sırf kendi için yaşayan, bencil mahluk.
Kendimi kandırıyormuşum gibi hissediyorum. Sanki bir rol oynuyorum daima, ve oynamadığım konusunda da kendime daima yalan söylüyorum. Sanki iyi bir okuyucu, iyi bir dinleyici, iyi bir sanatçı, iyi bir çizer, iyi bir arkadaş, iyi bir kuzen, iyi bir evlat, iyi bir öğrenci falanmışım gibi.
Ama bir insan, her gün iyi bir okuyucu, öğrenci, arkadaş, kuzen, evlat, öğrenci olabilir mi? Her gün, aksatmadan. Olmuyor demek ki, ben hüsrana uğruyorum, ve eminim başkaları da oluyor.
O zaman bir beklenti var hakikaten de. Sanki her gün muhteşem olucakmışız gibi, her gün güçlü, dayanıklı, azimli olucakmışız gibi, ve olmayınca hüsran oluyor, düş kırıklığı oluyor. Fakat ben neden sanki her günüm bir hüsranmış gibi hissediyorum? Gece yatağa yatınca neden aklıma hep kırdığım kalp, üzdüğüm insan, kesin döktüğü göz yaşları, bana yazdığı kırıcı cümleler, yürütmeyi beceremediğim ilişkim, toplamadığım dağınık ev, kopardığım saç telleri ve yerden kaldırmadığım kıyafetlerim, bitirmediğim onca resim, devam etmediğim onca kitap, anlayamadığım yazarlar, algılayamadım kavramlar, korktuğum ölüm ve yokoluş geliyor aklıma?
Becerebildiğim tek şey de unutmamak sanki.
Her şeyi hatırlamak, her yenilgiyi, her kırıklığı, her hüsranı hatırlamak.
Bir kütüphane gibi saklıyorum her şeyi. Raflarda onca hüsran var, bir o kadar da kolilerde, bantlı. Açılmayı bekliyorlar. Ben de o kolilerin üzerinde oturuyorum, üzerinde uyuyorum, her an benimle onlar. Daima onları düşünüyorum, daha ne kadar çıkacak diye, ve ne zaman boğulucam diye, bu kütüphanenin içinde, ne zaman nefes alacak hava kalmayacak burada.
Bunların hepsini kendime hatırlatıp eziyet çektiriyorum kendime
Sorunu çözecekmiş gibi sanki
Kırılan kalp onarılmayacak
Başarısızlıklar da baki kalacak sadece
-Engin-
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)